.

.

21 Temmuz 2016 Perşembe

“YARGITAY: MESAİYE SÜREKLİ GEÇ GELMEK İŞTEN ATILMA SEBEBİDİR!
ÖZET: Davacı, iş akdinin işverence, haksız olarak feshedildiğinden bahisle işe iadesini ve iş güvencesi tazminatlarının ödetilmesini istemiştir. Somut olayda, davacının, C... isimli TV kanalında son olarak koordinatör vekili olarak görev yaptığı ve davalı tarafından dosyaya sunulan devredilen personele ilişkin listeye göre de devir listesinde olarak yer aldığı, bu nedenle davacıya başkaca bir işin verilmesinin mümkün olmadığı sabittir. Ancak davacının ….. tarihleri arasında hemen hemen her gün bazen dört saati aşar şekilde mesaiye geç gelmeyi alışkanlık haline getirdiği de sunulan belgelerden anlaşılmaktadır. İşçinin mesaiye sürekli olarak geç gelmesi işveren açısından geçerli fesih nedenidir. Bu durum karşısında, davacının, iş akdinin işveren tarafından geçerli nedenle feshedildiği kabulü ile davanın reddi gerekirken işe iadesine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

7.Hukuk Dairesi
Esas: 2013/14031
Karar: 2013/11810
Karar Tarihi: 24.06.2013
(4857 S. K. m. 18, 20, 25)

Dava: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
Karar: Davacı, iş akdinin işverence, haksız olarak feshedildiğinden bahisle işe iadesini ve iş güvencesi tazminatlarının ödetilmesini istemiştir.
Davalı, davacının kendisine verilen işi uyarılara rağmen ısrarla yapmadığını, sürekli olarak işe geç geldiğini ve işverene yalan söyleyerek aradaki güven ilişkisini zedelediğinden bahisle iş akdinin haklı nedenlerle feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının işe iadesine karar verilmiştir.
Taraflar arasında iş sözleşmesinin feshinin geçerli nedene dayanıp dayanmadığı uyuşmazlık konusu olup, normatif dayanak 4857 sayılı İş Kanununun 18 ve devamı maddeleridir.
4857 sayılı İş Kanunu'nun 18.maddesine göre otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır.
İş Kanununun 18.maddesi bakımından işçinin davranışlarından kaynaklanan sebepler, işçinin aynı Kanunun 25/II. maddesinde öngörülen sebepler niteliğinde ve ağırlığında olmayan işyerinde işin görülmesini önemli ölçüde olumsuz etkileyen, sözleşmeye aykırı davranışlarıdır.
İşçinin davranışı ancak işyerinde olumsuzluklara yol açması halinde geçerli sebep olabilir. İşçinin sosyal açıdan olumsuz bir davranışı, toplumsal ve etik açıdan onaylanmayacak bir tutumu işyerinde üretim ve iş ilişkisi süresince herhangi bir olumsuz etki yapmıyorsa geçerli sebep sayılamaz.
4857 sayılı İş Kanunu'nun 20.maddesinin ikinci fıkrasına göre geçerli nedene dayandığını ispat yükümlülüğü işverene aittir. İşçi, feshin başka bir sebebe dayandığını iddia ettiği takdirde, bu iddiasını ispatla yükümlüdür.
Somut olayda, davacının, C... isimli TV kanalında son olarak koordinatör vekili olarak görev yaptığı ve davalı tarafından dosyaya sunulan devredilen personele ilişkin listeye göre de devir listesinde olarak yer aldığı, bu nedenle davacıya başkaca bir işin verilmesinin mümkün olmadığı sabittir.
Ancak davacının 1-17 Ağustos 2011 tarihleri arasında hemen hemen her gün bazen 4 saati aşar şekilde mesaiye geç gelmeyi alışkanlık haline getirdiği de sunulan belgelerden anlaşılmaktadır. İşçinin mesaiye sürekli olarak geç gelmesi işveren açısından geçerli fesih nedenidir. Bu durum karşısında, davacının, iş akdinin işveren tarafından geçerli nedenle feshedildiği kabulü ile davanın reddi gerekirken işe iadesine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Yukarıda açıklanan sebeplerle 4857 sayılı Kanun'un 20/3 maddesi gereğince mahkemece verilen kararın bozularak ortadan kaldırılması ve Dairemizce aşağıda yazılı hükmün kurulması gerekmiştir.


Sonuç: Yukarıda belirtilen sebeplerle;
1- Mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2- Davanın REDDİNE,
3- Eksik alınan 5,90 TL bakiye harcın davacıdan tahsili ile Hazine'ye gelir kaydına,
4- Davacının yapmış olduğu yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
5- Karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT'ne göre 1.320,00 TL avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
6- Davalı tarafça yapılan 420,00 TL yargılama giderinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
7- Artan gider ve delil avansının ilgilisine iadesine,
8- Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine, 24.06.2013 tarihinde oybirliği ile KESİN olarak karar verildi.


20 Temmuz 2016 Çarşamba

Bumin Doğrusöz-Dünya- Araç satışı ne zaman ticari sayılır ?

Bugünkü yazımda bir Danıştay kararından söz edeceğim. Karar iki açıdan önem taşıyor. Bir kazancın ne zaman ticari kazanç sayılacağına ne zaman değer artış kazancı sayılacağına veya verginin konusu dışında kaldığına hükmedileceğine ilişkin ölçütlerin belirlenmesine açısından Karar önem taşıyor ki bu konu çok tartışılan konulardan biri. Kararı ikinci önemli kılan husus ise mükellefin ikrarını içermesine rağmen tutanağın delil olarak kabul edilip edilmemesine ölçüt getirmesi. Danıştay 4. Dairesi’nin bu konuları esas alan E. 2014/9117 K. 2015/3175 sayı ve 10.6.2015 tarihli Kararını irdeleyelim veya aktaralım. 
Davaya konu olayda mükellef 2011, 2012 ve 2013 yıllarında birer adet olmak üzere toplam üç adet araç alımı satımı yapmış ve bu hususun tespiti üzerine, birden fazla işlem yapması dolayısıyla adına ticari kazanç mükellefiyeti tesis edilmiştir. 
Danıştay’ın idarenin bu işlemi aleyhine açtığı davadaki nitelendirmesi ise şu şekildedir. 
“Davacının 2011 yılında 1 adet, 2012 yılında 1 adet, 2013 yılında 1 adet (plaka değişikliği yapılmış) araç alıp sattığı davacı nezdinde düzenlenen 17.02.2014 tarihli yoklama tutanağı ile tespit edilmiştir. Tutanakta ayrıca araçların kâr amacı güdülerek alınıp satıldığı ancak alış satış bedelleri hakkında bilgi alınamadığı hususları yer almaktadır. Söz konusu tutanağa istinaden dava konusu mükellefiyet işlemi tesis edilmiştir. Davacı tarafından da araç alış satışlarının ticari amaçla yapılmadığı, araç satışlarından kar elde edilmediği, yoklama tutanağının okumadan imzalandığı, araç alım satım işi yapıldığına ilişkin beyanın bulunmadığı, yılda bir araç değiştirmenin normal olduğu ileri sürülerek görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Alım ve satım bulunması durumunda böyle bir faaliyetin hangi şartlar altında ticari faaliyet olarak değerlendirilmesi gerektiği hususunda Vergi Usul Kanunu’nda bir açıklık bulunmamaktadır. Ancak bir faaliyetin ticari faaliyet olabilmesi için, hem alım satımlarda devamlılık ve süreklilik bulunması hem de kazanç elde etme amacıyla yapılmış olması zorunludur. Bu husus ise şüphesiz ilgili dönemlerde yapılan alım satımların sayısal çokluğuna da bakılarak karar verilecek bir husustur. Aksi takdirde bu şartları taşımayan bir faaliyeti ticari faaliyet olarak kabul etmek hayatın olağan akışı ile ticari icaplara da uygun düşmez. 
Davacının 2011, 2012 ve 2013 yıllarında birer adet olmak üzere toplam üç adet araç alımı satımı yaptığının tespit edilmesi üzerine adına mükellefiyet tesis edilmiştir. Ancak araç alım satımlarının değişik yıllara yayıldığı ve her yıl bir adet aldığı göz önüne alındığında ticari faaliyetin varlığının en önemli unsuru olan devamlılık ve süreklilik koşulunun gerçekleştiğini kabul etmek mümkün değildir” 
Görüldüğü gibi Danıştay, bir kazancın devamlılık taşıdığı gerekçesi ile ticari kazanç olarak kabul edilebilmesi için işlem sayısına bakılacağına, ancak sadece bu ölçüte göre sonuca varılamayacağına, aynı zamanda kazanç gayesi güdülmesinin de aranılması gerektiğine hükmetmiştir. Bu husus benim de zaman zaman yazılarımda savunduğum bir husustur. Hatta bana göre kazanç gayesi güdülse bile kişinin amatörce hareket ettiği, bazen kişisel zevk, merak, hobi gibi saiklerle hareket edildiği, kişinin kazancının ve geçiminin çok farklı profesyonel faaliyetlere dayandığı hallerde faaliyete, hemen devamlılık var diye ticari kazanç yaftasının yapıştırılmaması gerektiğini önceki yazılarımda da savundum. Örneğin devlet hastanesinde ücretle çalışan bir cerrahın bir yıl, biri polisiye biri anıları olmak üzere iki roman yayınlaması halinde, iki kitap yayınladı diye hemen devamlı serbest meslek faaliyetinden söz edilmemelidir (bu husus telif kazançları istisnası açısından önem taşımamakla birlikte devamlılık unsuru bu defa KDV açısından önem taşımaktadır). 
Kararda tartışılan ikinci önemli konu ise “tutanak”ın delil olma niteliği ile ilgilidir. Kararın bu kısmı ise şöyledir; 
“Dava konusu edilen işlemin dayanağını oluşturan ve davacı nezdinde düzenlenerek davacıya imzalatılan yoklama tutanağında her ne kadar araçların kâr amacı güdülerek alınıp satıldığı ifadesi tutanağa geçirilmiş ise de; işleme dayanak teşkil eden tutanak Vergi Usul Kanunu’nun 131. maddesinde belirtilen özellikleri taşıyacak şekilde ve yoklama yapılan konu hakkında hiç bir tereddüde yer vermeyecek somut tespitleri içerecek nitelikte düzenlenmediği; tutanakta araçların kar amacı güdülerek alınıp satıldığı belirtilmesine rağmen alış satış bedelleri hakkında bilgi alınamadığının da belirtildiği, dolayısıyla araç alış satışlarından kar elde edildiği ve kar amacı güdüldüğü ortaya konulmadığı gibi kar amacı güdüldüğü ifadesini destekler mahiyette noter satış sözleşmesi ya da benzer bir sözleşmenin de tutanağa eklenmediği görülmektedir.
Dolayısıyla vergilendirmede ya da vergilendirmeye esas teşkil edecek işlemlerin tesisinde gerçek durumu esas alan 213 sayılı Kanun’un 3’üncü maddesi ve bu hususla ilgili somut tespitleri içeren olay ve olguların yansıtıldığı tutanakların ya da yoklama fişlerinin nasıl düzenlenmesi gerektiğini düzenleyen aynı Kanunun 131. maddesi karşısında, davacı nezdinde düzenlenmiş olsa da 17.02.2014 tarihli tutanak düzenlediği hususa ilişkin olarak tereddüde yer vermeyecek somut delil ve tespitleri içermediğinden dava konusu işleme dayanak alınamaz. 
Görüldüğü gibi mükellef kazanç elde etmek için oto alım satımı yaptığını tutanakta imzası ile kabul etmesine rağmen Yargı, bu ikrara itibar etmemiştir. Yargı, tutanağın delil olabilmesi ve vergilendirmeye esas alınabilmesi için, sadece ikrara dayanmaması, somut tespit ve delillere dayanması gerektiğine işaret etmiştir. Kimsenin kendi aleyhine ifade vermeye zorlanamayacak olması şeklindeki Anayasal İlkeyi hatırlatan bu kabul, aynı zamanda sadece bilinçsizce verilen ifadelere dayanılamayacağı, vergilendirme işlemlerinin somut delil ve tespitlerle yapılabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır. 
Ancak yine de, tutanakları imzalarken dikkatli olunması gerekmektedir. Çünki, tutanaklarda yapılan kabul veya ikrarlara dayanılarak yapılmış tarhiyatları onayan kararlar da vardır. Bu nedenle de bir hukukçu veya mali müşavir desteği olmaksızın tutanakların imzalanmamasında yarar vardır.